Siyah –beyaz bir Ingmar Bergman şaheseri. Adına yakışacak dolulukta bir sinema şöleni-fotoğrafik anlamlandırma.İç-içe ustaca geçmiş unsurlar ve kişilikler barındıran bir kadınlık manifestosu Persona…
Bergman sizi bilinçaltınızdan yakalamak ve oradan fethetmek istiyor.Kendi düzlemiyle sizinki arasında bir köprü kuruyor lakin köprüden geçerken nasıl bir yöntem izleyeceğiniz de onun bir o kadar umurunda. Psikanaliz de gücünü, acı çekme aşkına olan bağlılığın köküne inmekte ve bu durumu yok etmekte bulmaz mı ? Öyleyse diyebiliriz ki filmden ne anlayacağınız kendinizle ne kadar yüzleşebileceğinize bağlı. Zira Bergman ,kadınları iyi tanıyor …
Peki ya siz ,siz kendinize baktığınızda ne görüyorsunuz ? Edilgen bir şahsın öfkesi var mı içinizde ya da içerisinde etkin halde bulunabileceğimiz bir yaşama mı aitsiniz ,yoksa müptezel gibi mi hissediyorsunuz ? Habil misiniz yoksa Kabil mi ?…
Belirli yaşam felsefeleri hep var olmuştur ve bunun altı filmlerde de çizilir. Geçmişle bugünün arasında yol alırken bir sıkışıp kalma söz konusu Persona filminde ,iki kadının birbirlerinin içinde hapsolmuşluğuyla beraber.
Neşteri algılarınızın en derinine acımasızca saplıyor Bergman ,kontrast oluşturan hislerimiz keskinleşiyor beraberinde ve elimizde somut bir halde duran o kocaman soruyla karşı karşıya kalıyoruz:”Bizi biz yapan şeylerin ne kadarı aslında bize ait ? “ ….